Bilgi BankasıCeza Hukuku

İç Güvenlik Yasası Nedir? Tartışmalı Düzenlemelerin Hukuki ve Toplumsal Analizi

İç Güvenlik Kanunu Nedir?

İç Güvenlik Yasası – Halk arasında “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen düzenlemenin resmi adı, “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”dur. Yasa metninin başlığından da anlaşılacağı üzere, bu düzenleme doğrudan polis yetkilerini genişletmeyi ve güvenlik kuvvetlerinin kamu düzeni üzerindeki etkisini artırmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda, yasaya dair tartışmalar da genellikle hukuk devleti ilkesinden sapma iddiaları çerçevesinde şekillenmektedir.

Söz konusu yasa, bir “torba yasa” niteliği taşıdığı için, farklı alanlara dair birçok düzenlemeyi bir arada içermektedir. Bu tür yasaların ortak özelliği, klasik hukuk tekniği ve sistematiğinden uzak olmalarıdır. Bu nedenle, yalnızca pozitif hukuk kurallarını okuyarak bu düzenlemenin gerçek etkilerini kavramak zorlaşabilir. Öte yandan, temel hukuk kavramları çerçevesinde bir değerlendirme yapılmazsa da yasanın getirdiği değişikliklerin amacı tam olarak anlaşılamayabilir. Bu nedenle İç Güvenlik Kanunu’nu hem maddesel içerik bakımından hem de kavramsal yönleriyle incelemek gerekmektedir.


Polise Üst, Eşya ve Araç Arama Yetkisinin Genişletilmesi Ne Anlama Geliyor?

2007 yılında yürürlüğe giren düzenlemeyle birlikte polis, gerek araç içerisindeki vatandaşları gerekse yaya olarak dolaşan bireyleri durdurup kimlik sorma hakkına kavuşmuştu. Ancak yeni İç Güvenlik Yasası ile bu yetki sınırlarının daha da genişletildiği görülmektedir. Özellikle “durdurma” eylemi çerçevesinde polise verilen yetkiler dikkat çekici boyutlara ulaşmıştır.

Yasalaşması hâlinde polis memurları, yalnızca gözleme dayalı kanaatlerine göre bir kişiyi durdurup, herhangi bir hâkim kararı olmaksızın “elle dıştan kontrol” adı altında arama yapabilecektir (Tasarı md. 1). Bu tür aramalarda polis, şüpheli gördüğü nesneler veya durumlarla karşılaştığında kapsamlı müdahalelerde bulunabilecek, hatta kişiyi yere yatırarak ters kelepçe takma gibi sert önlemler alabilecektir. Bu işlemler için herhangi bir yargı mercisinin onayına ihtiyaç duyulmamaktadır.

Tasarıda yer alan düzenlemelerden biri de araçların aranmasına ilişkindir. Polis, aracı durdurduğunda sürücü ve yolcuların bulunduğu bölmeleri doğrudan gözlemleyebilecek ve arayabilecektir. Ancak aracın bagajı ya da torpido gibi dışarıdan görünmeyen alanlarına ise kolluk amirinin sözlü ya da yazılı talimatıyla anında müdahale edebilecektir. Bu yönüyle kişisel mahremiyetin ve mülkiyetin korunması ilkesinin zedelendiği endişeleri gündeme gelmektedir.

Özellikle Anayasa’nın 19. ve 23. maddeleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesi kapsamında güvence altına alınmış olan kişi özgürlüğü, güvenliği ve seyahat hakkı, kolluk kuvvetlerinin inisiyatifine bırakılmaktadır. Demokratik bir hukuk sisteminde, birey haklarına müdahale yalnızca yargı kararlarıyla mümkün olmalıdır. Çünkü kötü bir mahkeme kararı bile, keyfi ve denetimsiz bir kolluk müdahalesinden daha koruyucu olabilir.

Halihazırda uygulamada dahi, birçok polis memurunun yargı kararı olmadan psikolojik baskı yoluyla vatandaşlara araçlarının kapalı bölmelerini açtırdığı ve bu süreçte kötü muameleye başvurduğu görülmektedir. Bu yasal düzenleme kabul edildiği takdirde, mevcutta zaten ihlal edilen kurallar, yasal bir zemin kazanacak ve bu durum toplumda güvenlik yerine güvensizlik ortamı yaratabilecektir. Özetle, yasa tasarısı bu haliyle polise geniş ve denetimsiz bir müdahale alanı tanıyarak temel haklar açısından ciddi riskler barındırmaktadır.


Toplumsal Olaylarda Polisin Silah Kullanma Yetkisinin Genişletilmesi

Polisin silah kullanma yetkisi, 2007 yılında yürürlüğe giren değişikliklerle zaten önemli ölçüde artırılmıştı. Ancak İç Güvenlik Yasası kapsamındaki yeni düzenlemelerle bu yetkinin sınırları daha da genişletilmektedir. Kanun tasarısına göre polis, özellikle toplu gösteri ve eylemler sırasında “molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, yaralayıcı ya da benzeri nitelikteki silahlarla” saldırı düzenleyen veya saldırı girişiminde bulunan kişilere karşı doğrudan silah kullanabilecektir (Tasarı md. 1/4-d).

Kamuoyunda bu düzenleme, özellikle “molotof kokteyli silah sayılıyor” argümanı üzerinden tartışılmaktadır. Oysa ki mevcut Türk Ceza Kanunu’nun 174. maddesi uyarınca, molotof kokteyli taşımak ya da bulundurmak dahi suç teşkil etmekte olup, 3 yıldan 8 yıla kadar hapis cezası öngörülmektedir. Bu ceza, birçok silah suçundan bile daha ağırdır ve bugüne kadar binlerce kişi bu hüküm gereği yargılanmıştır. Dolayısıyla molotofun silah sayılması yeni bir gelişme değil, zaten hukuk sisteminde mevcut olan bir durumdur. Bu nedenle tartışmayı bu eksene sıkıştırmak, esas sorunları gölgeleyen bir manipülasyon olarak değerlendirilmektedir.

Asıl tehlike, kanun metninde yer alan “yaralayıcı ve benzeri silahlar” ifadesinde yatmaktadır. Bu belirsiz tanım, polise geniş bir takdir yetkisi tanımakta ve olay anındaki değerlendirmesine göre herhangi bir nesneyi tehlikeli olarak yorumlamasına yol açabilmektedir. Örneğin taş, sopa, şişe gibi sıradan cisimler de bu kapsamda değerlendirilebilir ve bu durum, silah kullanımının meşru sınırlarının aşılmasına neden olabilir. Polisin olayı yanlış yorumlaması halinde geri dönüşü olmayan sonuçlar doğabilir; can kayıpları ya da ağır yaralanmalar yaşanabilir.

Bu noktada, silah kullanımının keyfîliğe dönüşmemesi adına etkin bir denetim mekanizmasının kurulması şarttır. Özellikle avukatların ve baroların bu süreçte üstlenecekleri rol büyük önem taşımaktadır. Hukuki güvencelerin güçlendirilmesi, temel hakların korunması ve kolluk kuvvetlerinin eylemlerinin yargı denetimine tabi tutulması, demokratik hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Aksi takdirde, güvenliği sağlamak adına yapılan düzenlemeler, bizzat toplumsal güvenliği tehdit eden bir unsur haline dönüşebilir.


Telefon Dinlemelerinde Tek Mahkeme Yetkisi Ne Getiriyor?

Mevcut yasal düzenlemelere göre, Jandarma ve Emniyet birimleri, belirli durumlarda idari emirle telefon dinleme işlemi başlatabilmekteydi. Eğer olayın aciliyeti söz konusuysa, bu dinlemeler için hakim onayına sonradan başvurulabiliyordu. Ancak gecikmesinde sakınca olmayan hallerde, söz konusu dinleme faaliyetleri, işlem tamamlanana kadar herhangi bir yargı merciine bildirilmeden sürdürülebiliyordu. Hâlihazırda bile hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayan bu sistem, yeni düzenlemeyle daha da tartışmalı hale getirilmiştir.

Yürürlükteki sistemde, dinleme kararının denetimi, olayın gerçekleştiği yerin yetkili hakimi tarafından yapılabiliyordu. Bu sayede Türkiye genelindeki tüm ağır ceza mahkemeleri, eğer kanuni şartlar mevcutsa, telefon dinlemelerine yönelik denetimi gerçekleştirebiliyordu. Bu yapı, “kanuni hakim güvencesi” ilkesine dayanıyor ve bireylerin yargısal denetime erişimini güvence altına alıyordu. Ancak İç Güvenlik Yasası Tasarısı ile bu sistem değiştirildi. Artık Jandarma ve Emniyet tarafından yapılan tüm telefon dinlemeleri sadece Ankara Ağır Ceza Mahkemesi üyeleri tarafından denetlenecektir.

Bu yeni yapı, ciddi bir merkezileştirme anlamına gelmektedir. Ülke çapındaki tüm iletişim gözetim faaliyetlerinin tek bir mahkemenin takdirine bırakılması, doğal olarak güç yoğunlaşması yaratmaktadır. Üstelik bu mahkemede görevli hâkimler, coğrafi çeşitlilikten uzak bir şekilde, başkent merkezli bir anlayışla karar verecektir. Bu durum, tarafsızlık ve bağımsızlık ilkeleri açısından kamuoyunda kaygılara neden olmaktadır.

Telefon dinlemeleri, bireyin özel hayatına yapılan en ağır müdahalelerden biridir. Ailevi ilişkiler, iş bağlantıları, özel görüşmeler gibi mahrem alanlar devletin izleme alanına girmekte ve bu durum bireysel özgürlükleri ciddi şekilde tehdit etmektedir. Denetimin yalnızca belirli hâkimlerce yapılacak olması, yürütme organının yargı üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulduğunda, bu müdahalenin denetimsiz kalması riskini doğurmaktadır. Böyle bir ortamda, yurttaşların iletişim özgürlüğü ve özel yaşam gizliliği, anayasal güvence olmaktan uzaklaşacaktır.


Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Yönelik Cezai Yaptırımlar Artıyor

Türkiye’de son yıllarda yasal düzenlemelerde sıklıkla “tehlike suçu” kavramına yer verilmektedir. Bu suç tipi, fiilin doğrudan bir zarara yol açması gerekmeksizin, sadece potansiyel tehdit taşıması nedeniyle cezalandırılmasını mümkün kılar. Ancak hukuk tekniğine uygun şekilde kaleme alınmayan düzenlemeler, bu tip suçların düşünce ve ifade özgürlüğünü hedef alacak şekilde uygulanmasına neden olabilir.

Yeni İç Güvenlik Yasası Tasarısı, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde taş, bilye, sapan gibi materyaller taşıyanları ya da yüzlerini maske, bez gibi nesnelerle örten bireyleri (Tasarı md. 3/2) 2 yıl 6 aydan 4 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırmayı öngörmektedir. Bu düzenleme, açıkça bir tehlike suçu olarak tanımlanabilir. Dikkat çekici bir diğer nokta ise cezanın alt sınırının 2 yılı aşmasıdır. Bu durum, hâkimin cezayı ertelemesini veya seçenek yaptırımlara çevirmesini büyük oranda engellemektedir. Böylece caydırıcılıktan çok cezalandırmaya dayalı bir yaklaşım öne çıkmaktadır.

Tasarıda en çok eleştirilen maddelerden biri ise, “terör örgütünün propagandasına dönüşen toplantı ve gösteri yürüyüşleri” ifadesidir (Tasarı md. 4). Bu tanım, soyut ve muğlak yapısı nedeniyle hukuk güvenliği ilkesini zedeleyici niteliktedir. Hangi toplantının “propaganda” kapsamına gireceğine ilişkin açık bir ölçüt sunulmadığından, yargıçlara geniş ve belirsiz bir takdir yetkisi tanınmaktadır. Bu bağlamda, eylem sırasında yüzünü örten kişiler için alt sınır 3 yıl; taş, sapan vb. yasaklanmış maddeleri taşıyanlar için ise 4 yıl hapis cezası öngörülmektedir.

Bu düzenlemeler yasalaştığı takdirde, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılım, bireyler açısından ciddi bir hukuki risk haline gelecektir. Dahası, bu suçlar kapsamında öngörülen yüksek hapis cezaları, ceza infaz sistemini de doğrudan etkileyecek; mevcut hapishanelerin yetersiz kalması sonucu yeni cezaevi komplekslerine duyulan ihtiyaç artacaktır. Özetle, bu yasa tasarısı yalnızca kamu düzenini sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandırabilecek ağır yaptırımlar içermektedir.


Yeni Gözaltı Rejimi: Polise Yetki, Savcıya Gölge

İç Güvenlik Kanunu Tasarısı’nın temel amacı, emniyet güçlerinin toplumsal etkisini artırmaktır. Bu bağlamda, en radikal değişikliklerden biri gözaltı uygulamalarına ilişkindir. Halihazırdaki Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre (CMK md. 90–91), yakalama işlemi sonrası özgürlüğü kısıtlayan gözaltı kararı sadece cumhuriyet savcısı tarafından verilebilir. Polis ise yalnızca kişiyi yakalayabilir; sonrasında vakit kaybetmeden olayı savcılığa bildirmekle yükümlüdür.

Ancak yeni tasarı, bu zinciri koparıp savcıyı tamamen sürecin dışına itmektedir. Artık herhangi bir polis ya da jandarma amiri, bireysel suçlarda 24 saat, toplu suçlarda ise 48 saate kadar doğrudan gözaltı kararı verebilecektir. Dahası, bu gözaltı süresi boyunca savcılığa bilgi verme zorunluluğu da ortadan kaldırılmıştır. Bu durum, temel hak ve özgürlükler bakımından ciddi bir hukuk güvenliği sorununa işaret etmektedir.


Polisin Tek Başına Gözaltı Yetkisi Tanındığı Suçlar

Tasarının 6. maddesine göre kolluk amirlerinin savcılığa danışmadan gözaltı kararı verebileceği suçlar şunlardır:

  • Toplumsal olaylar sırasında işlenen cebir ve şiddet içeren eylemler
  • TCK 81-82: Kasten öldürme ve ağırlaştırılmış türleri
  • TCK 85: Taksirle öldürme
  • TCK 86-87: Kasten yaralama
  • TCK 102-103: Cinsel saldırı ve çocuk istismarı
  • TCK 141-142: Hırsızlık
  • TCK 148-149: Yağma (gasp)
  • TCK 188: Uyuşturucu imal ve ticareti
  • TCK 195: Bulaşıcı hastalıklara karşı tedbirlere aykırı davranma
  • TCK 227: Fuhuş
  • TCK 232: Kötü muamele
  • TMK kapsamındaki suçlar
  • 2911 sayılı Kanun m. 33/a: Gösteri yürüyüşlerine dair ihlaller
  • 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu kapsamında sokağa çıkma yasağının ihlali

Bu listeye özellikle “toplumsal olaylarda cebir ve şiddet içeren suçlar” gibi belirsiz ve geniş yorumlamaya açık ifadelerin dahil edilmesi, suçta ve cezada kanunilik ilkesine açıkça aykırıdır. Uygulamada kolluk güçlerinin keyfi yorumlarına dayalı gözaltılar artabilecektir.


Valilere Yargı Yetkisi Verilmesi: Hukuk Devletine Aykırı Müdahale

Tasarının en tartışmalı yönlerinden biri de, valilere yargısal nitelikte yetki tanımasıdır (Tasarı md. 7). Ceza hukukunda bir suç işlendiğinde soruşturma başlatma yetkisi yalnızca cumhuriyet savcısına aittir. Ancak yeni düzenlemeye göre, valiler artık suç işlendiği anda kolluk kuvvetlerine talimat verebilecek; yani yargının yürütme eliyle kullanılmasının önü açılmış olacaktır.

İç Güvenlik Yasası

Bu durum, yalnızca yetki çatışmasına yol açmakla kalmaz; aynı zamanda kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali anlamına gelir. Çünkü vali, yürütme organının temsilcisidir ve siyasi otoritenin doğrudan etkisi altındadır. Yargı fonksiyonunun siyasallaşması, özellikle ifade özgürlüğü ve toplantı hakkı gibi alanlarda telafisi güç zararlara neden olabilir.


Kabahatler Suç Haline Getiriliyor

Tasarıya göre, valinin ilan ettiği sokağa çıkma yasağına aykırı davranan kişiler artık sadece idari para cezası değil, 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezasıyla da karşı karşıya kalacaktır (Tasarı md. 7/2). Bu durum, 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nda yer alan ve idari yaptırımla cezalandırılan birçok eylemin “suç” kapsamına alınması anlamına gelir. Bu da orantılılık ilkesine aykırı olarak cezalandırmanın ağırlaştırılması demektir.


Genel Değerlendirme ve Sonuç: Hukuk Devletinden Polis Devletine Geçiş Riski

Bir ülkenin hukuk devleti sayılabilmesi, yalnızca yasalarının varlığıyla değil, bu yasaların temel hak ve özgürlüklere uygun şekilde uygulanmasıyla mümkündür. İç Güvenlik Kanunu Tasarısı ise, bu temel ilkelere açıkça ters düşen düzenlemeler içermektedir. Yargının yerine yürütmenin, savcının yerine kolluğun geçirilmesi; masumiyet karinesini ve kişi güvenliği hakkını tehlikeye atan bir tablo ortaya koymaktadır.

Yasa bu haliyle yürürlüğe girerse, yalnızca bireysel özgürlükler değil, toplumun demokratik refleksleri de zarar görecektir. Toplumların meşru taleplerini ifade etmesi, yalnızca güvenlik perspektifiyle bastırılmaya çalışıldığında, ortaya çıkan şey ne kamu düzenidir ne de adalet. Polis copuyla, kalkanıyla, biber gazıyla tesis edilen bir düzen, gerçek anlamda hukuk devleti değildir.


📊 Tablolu Özet: İç Güvenlik Yasası’nın Yol Açtığı Temel Sorunlar

KanunSorun BaşlığıOrtaya Çıkan SonuçNegatif Etkiler
İç Güvenlik YasasıUygulamaHukuk devleti ilkesinin aşınmasıPolis yetkilerinin denetimsiz artışı
Gözaltı YetkisiSavcının dışlanmasıKeyfi gözaltı işlemleri
Toplantı Yasaklarıİfade özgürlüğünün zayıflamasıToplumda baskı ortamı oluşması
Vali YetkileriYürütmenin yargıya müdahalesiKuvvetler ayrılığına aykırılık

📌 Ek Bilgi: Ceza Genel Kurulu’nun 2018/250 Kararı – TCK 265 Yorumu

Ceza Genel Kurulu, TCK 265 (görevi yaptırmamak için direnme) ile ilgili 2018/250 sayılı kararında, kamu görevlisine karşı işlenen yaralama eyleminin basit tıbbi müdahaleyle giderilemeyecek boyutta dahi olsa, ağırlaşmış netice doğmadıkça “kasten yaralama” değil, yalnızca TCK 265 kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu karar, uygulamada kolluk güçlerinin aşırı yorumlarının önüne geçmek açısından önemlidir.


✍️ Yazar Hakkında

Bu makale, İstanbul’da faaliyet gösteren deneyimli ceza avukatı Av. Gökhan Yağmur tarafından hazırlanmıştır. Uygulamadaki ceza muhakemesi süreçleri, temel hak ve özgürlükler ile kolluk yetkileri konularında uzman olan Av. Yağmur; bireysel hakların korunması, adil yargılanma ve hukuk devleti ilkeleri üzerine çalışmakta, bu alanda dava takibi ve akademik içerik üretimi yapmaktadır.

📞 İletişim: 0542 157 06 34
🌐 Web sitesi: gokhanyagmur.com.tr

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu